LCB
Menekşe Toprak: DEJAVÜ

Menekşe Toprak: DEJAVÜ

Zur Übersetzung Zum Digital Essay

1. Bölüm

Varış
Kömür ateşiyle harlı tren cızırtılar ve gümbürtüler eşliğinde şehre yaklaşırken birinci sınıf vagonda oturan genç kadın dışarıya bakıyordu. Sabahın ışığı küçük, simetrik yüzünü kâh soluklaştırıp kâh gölgelerken kıpırtısızdı. Baktığı halde ne pencereden akıp giden yeşilliği ne de yeşilliğin arasında bir görünüp bir kaybolan gölü görüyordu. Görse gölün sabahçı kuşlarına, o kuşların arasında en iyi bildiği ördeklere, sazlıkların kenarlarına çakılı direklere konmuş olan o çok narin ve tuhaf güzellikteki leyleklere, kalabalık kazlara takılırdı mutlaka bakışları. Avcı bir kuşun nasıl hızla göle dalıp aynı hızla gagasındaki balıkla sudan çıktığını izlerken karabatak mıydı o? diye sorardı kendi kendine. Göl birden ormanın ardına gizlenip yeniden ortaya çıktığında martılar var mıdır burada diye merak eder, suyun maviliğini Boğaz’ın rengine, Marmara’nın poyrazsız ve pürüzsüz aynasına benzetirdi muhakkak. Her benzetiş bir çağrışım olduğuna göre muhtemel ki henüz menzile bile varmamışken memleket özlemi düşerdi içine.
Dalgındı ama uyumuyordu. Adeta nefes alıp veren bir canlı misali hep aynı engele takılan, yalpalayan ama hiç şaşmadan doğrulup yoluna devam eden trenin zorbalığına alışmıştı: Başı trenin minik hamlelerine koşut öne doğru meylettiğinde anında geriye doğru kaykılıp eski yerini buluyor, parmaklarını sayfa aralarına sokarak kavradığı kitap kucağında gevşeyip yere doğru kaydığında harekete geçip engel oluyordu buna.
Tren keskin bir viraja girip de zangırdadığında yerinden sıçradı. Dalgınlık bir çeşit yarı uyanıklıktıysa eğer şimdi tam uyanmıştı: Kucağındaki kitabı tam kavramış, güneşin keskinleşen huzmelerini bütün bütün algılamıştı.
Dik oturuşa geçip etrafına bakınırken karşısında rahatsızca kıpırdayan kadınla adam dikkatini çekti ilk olarak. Kır saçlarını ortadan ayırarak topuz yapmış olan kadının gözleri her an açılacakmış gibi kapalıydı; kadife şapkasını kucağına, eldivenli elini ise şapkanın yanına bırakmış, dimdik oturuyordu. Adamsa kadından daha genç, sarışındı. Uzun bacaklarını otururken tam ne tarafa toplayacağını bilememiş de sonunda bitiştirmekte karar kılmış gibi bir hali vardı.
Adamın kıpırdadığını fark ettiğinde kucağına çevirdi bakışlarını. Kitabı kapatıp yanı başındaki masacığa bırakmadan önce arka sayfalarda duran ipçiği bulup parmaklarının yerine bıraktı, seri hareketlerle. Bluzun, ardından da eteğindeki potlukları minik darbelerle çekiştirip düzeltirken yanı başındaki kadına döndü.
Bu vagonda gerçek anlamıyla uyuyan biri vardıysa o da ablası Refike’ydi herhalde. Üzerindeki örtü beline doğru inmiş, yüzü koltuğun kenarlığına dayadığı kollarının arasına gömülmüştü. Uzunca birkaç lüle saç tokalarından sıyrılıp ensesinden omzuna, birkaçı da boynundan yanağına doğru elektriklenmişti. Kara saçları, narin boynu ve enseden itibaren gömleğin yakasından seçilen pürüzsüz, beyaz teniyle bir kuğuyu andırıyordu. Evet, evet, bir kuğununki gibiydi bu baş, bu gerdan ve tıpkı bir kuğu gibi de uyurken kendi gövdesine gömülmüştü şimdi. Yakadan görünen beyaz teni ve dağınıklığı ise bir savunmasızlığı ve mahremi hatırlatıyordu.
Gayriiradî uzandı, örtüyü ucundan kavrayıp hızlıca ablasının şakaklarına değin çekti – parmaklarıyla kaba, çatık kaşlarıyla kızgındı. Kızgındı, çünkü üzerlerine dikilmiş olan adamla kadının bakışlarını hissediyordu.
Onların trene birkaç saat önce – son istasyon olmalıydı- bindiklerini hatırlıyordu. Yarı uyanık yarı uykulu bir vaziyetteyken karşılarındaki boş koltuklara geçtiklerini görmüş, oturuşlarına, fısıltılarına dikkat kesilmiş, konuştukları dilin bildiği hiçbir dile benzemediğini düşünmüştü. Çok geçmeden de unutmuştu onları. Çünkü sanki uykuya ara vermişler de trenin hareket etmesiyle birlikte kaldıkları yerden devam ederlermiş gibi bu kısacık fısıldaşmanın ardından gözlerini yummuş, sessizlikleriyle adeta unutturmuşlardı kendilerini. Sivri, uzun yüzleri, hafif çekik mavi gözleriyle birbirlerine benzeyen ikili öyle zararsız, kadın ilerlemiş yaşına rağmen öyle çocuksu ve iyi niyetli görünüyordu ki. Bakışları yumuşadı ister istemez, dudaklarına belli belirsiz gülümseme yerleşti.
Uyuyanı uyandırmamanın dikkatiyle, günaydın dercesine selamlaştılar. Kır saçlı kadın adama bir şeyler söyleyip başıyla dışarıyı gösterdiğinde, o da pencereye döndü.
Şehre dümdüz bir araziden geçerek giriyorlardı. Hiç eksilmeyen yeşillikten sonra toy çalılıklar, boşluklar, inşaatlar, yükselmeye başlayan yapılar, derken trene paralel sıra sıra dizili binalar… Sabahın ışığı camlarda yaldızlanıyor, pencereleri koyultuyordu. Bir pencere açıldı birazdan, dışarıya bir bez ile onu tutan tombul bir el uzandı, bez havada çırpında, tozlar uçuştu, dağılıp silikleşti. Birazdan, belli ki havalandırmaya bırakılmış yorgan ve yastıklar ile kolları ve gerdanıyla hayli etli kızıl saçlı bir kadın gözüne çarptı. Tren hareket etmese uzun uzun bakacak bu resme, kendisine böyle çarpıcı gelen şeyin ne olduğunu anlamaya çalışacak. Ama uzaklaşıyorlardı. Aklında puf yastıklar, yün yorganlar, bulutlar, anaç bir kadın vardı. Fark etti ki bunlar düşünceydi. Penceredeki kadından çok başka, çok eski bir şeydi. “Holle Kadın” dedi kendi kendine ama anında da unuttu bunu. Çünkü merkeze yaklaşıyorlardı. Tanıdığı binaların siluetleri belirginleşiyor, tren raylarına paralel uzayan caddede insan kalabalığı artıyordu. Trafik polisleri, atlı arabalar, faytonlar, süvariler ve sayıca bunları katlamış ve hızlanmış gibi görünen otomobiller, kıvıl kıvıl. Dikkatlice baktı ve otomobilin direksiyonunda bir kadını gördüğünü sandı.
Heyecanla içeriye dönüyordu ki “Kuzum, Suat, gelmişiz ya!” dedi Refike.
“Geldik ya. Cicim, ne çok uyudun böyle,” diyerek çıkıştı ablasına. Sesi gür ve neşeliydi. Aynı neşeyle devam etti: “Münih’te bindik, uyumaya başladın, bak sabah oldu!”
Refike gülümsemekle yetindi. Toparlanmış, yabancılar karşısında dışarlıklı ifadesini takınmıştı. Kucağındaki örtüyü katlayıp kardeşine adeta bir annenin hoşgörüsüyle bakarken adamla kadın da dikkatle onları izliyorlardı. Ne görüyorlardı ki şimdi? Münih Berlin hattında yolculuk eden iki genç kadın. İki yabancı. Beyaz tenleri ve hokka burunları ile Slav olabilirler. Ama ya dilleri? Adamın biraz daha esmer olan ablayı daha çekici bulduğu kesindi, inceliğini, narinliğini, gerçekten de bir kuğununkine benzeyen gerdanını. Belki de beğenmesinin bir nedeni de durgunluğuydu; onun ağırbaşlı sessizliğini güzellik olarak addetmesiydi. Adam birazdan öne doğru uzandı ve Fransızca, hangi dili konuştuklarını sordu. Bunu sorarken bakışları iki kadın arasında gidip geliyordu. Yeşil ve koyu gözlerde bir anlam bulmaya çalışır gibi “Macar mısınız?” diyerek ekledi.
“Türkçe konuşuyoruz,” dedi abla.
“İstanbul’dan geliyoruz, Türk’üz!” diyerek tamamladı ablasının sözlerini.
Bunu başı dik, adeta meydan okuyarak söylediğini çok sonra fark edecekti. Bu meydan okuma adamın ablayı beğenmiş olmasından mıydı yoksa başka bir nedeni daha mı vardı, diye soracaktı kendi kendine ayrıca. Ama o andaki duygusu belliydi. Meydan okuyordu çünkü adamın böylesi bir cevabı beklemediğini tahmin edebiliyordu. Osmanlı diye bir devletin artık olmadığını, padişahlığın ortadan kalktığını biliyor muydu adam? Cumhuriyetin ilan edildiğini, yeni çıkan kanunların kadını erkeğe eşit kıldığını… Hem aslında haremin cumhuriyetin ilanından çok önce dağıtıldığını, o harem denilen yerin de zaten oryantalistlerin resmettiği gibi mükellef sofralarda raks eden cariyeler, yarı çıplak işveli kadınlardan mürekkep olmadığını?
Ama adamın şaşkınlığı hızlı geçmişti.
“Harika, harika! Mustafa Kemal Atatürk hakkında çok şey duydum.”
Adam bunu söylerken öyle içtendi ki, biraz önceki tedirginliğini hatırladı. Neden Refike’nin üstünü bir ayıbı örter gibi örtmüştü az önce? Neden hâlâ yabancı bir erkekle aynı mekânda otururken ya sıkılıyor ya da gereksiz meydan okuma hissine kapılıyordu? Hâlbuki İstanbul’da hayatına giren erkekleri alaturka olmakla itham etmişti hep, iki yıl önce şapka kanunu ilan edildiğinde üzerindeki feraceyi ilk atanlardandı. Fotoğrafları çekilmiş, “Yeni Hayat” mecmuasına Cumhuriyet’in en çok İstanbul kadınına yakışacağını, hatta asri kadının karanlığa hapsolmayı reddederek çarşafı çok önceden hayatından çıkardığını yazmıştı. Doğruyu da yazmıştı. Bab-ı Ali’nin erkeklerle sıralı yokuşunu yüzünü açıkta bırakan feracesiyle tırmanmamış, mecmua binalarında hep dik, topuklarını hep sertçe yere vurarak yürümemiş miydi? Hem de daha küçücük, daha on sekizine bile basmamışken yapmıştı bunları.
Ama ya şimdi?
Ah keşke kâğıtla kalem olsa elimin altında, diye düşündü. Olsa da alevlenen düşünceleri cümle cümle not etsem. Hiç değilse şu cümleyi unutmasam: Binlerce yıllık siniklik bir yolunu bulup en özgür kadının bile umulmadık bir anda kamburuna biniyordu.
Ama tren Anhalter Bahnhof’a girmişti bile, ne düşünmeye ne de tartışmaya vakit vardı. Şimdi şapkalarını başlarına, pardösülerini sırtlarına, eldivenlerini ellerine geçirecekler hızlıca, hem de karşılarında yabancı bir erkeğin olup olmadığına aldırmaksızın, dışarıya hazırlanacaklar. Trende inip tanışmadan yollarını ayıracaklar.
Kır saçlı kadın karşılarında öne doğru eğilmiş kıvranıyor, telaşla adama bir şeyler söylüyordu. Anladılar ki, kadın yol boyu ayakkabılarını çıkarmış, şimdi tam ineceklerken ayakkabının tekini bulamıyordu.

Tren durdu. Adeta kendisini icat eden insanın vasıflarına öykünür gibi durdu. Menzile ulaşır ulaşmaz uzun ve derin nefes verir gibi uzunca tıslayarak durdu. Tren böyle durduğunda makinenin ritmine ve takırtısına alışmış olan gövdeleriyle onlar da durdu bir an; ıssızlığa dikkat kesilip alışkanlığı aradılar doğal olarak ama hemen de hareketlendiler.
Suat bir elinde küçük bavulu, diğerinde el çantası, ablası ile birlikte kompartımandan çıkmaya davranırken ayakkabısını bulmuş ve oturduğu yerden onu giymeye çalışan kır saçlı kadının yüzündeki ifadeyi görmeye çalıştı. Göremedi. Göremedi çünkü çan biçimli şapkasının ardında kaybolmuştu yüzü. Elinde fötr şapkası, ayakta ama nerdeyse iki büklüm bir vaziyette bekleyen adam iki kardeşe yol verirken iri gövdesini zorlanmışa benziyordu. Alnında ve gür sarı kaşlarının üstünde kırışıklıkları andıran ter kabarcıkları birikmişti.
Suat yürüyüp koridora çıkarken aklına henüz bir ay önce boşandığı kocası geldi. Sirkeci garında Şark Ekspresi’ne binerken hep onu ve yürütemediği evliliğini düşünmüş, ancak İstanbul’dan uzaklaştıkça düşünceleri de arkasında bıraktığı simalar gibi yavaş yavaş soluklaşmıştı. Aşk bitmişken, sevgide yanılmışken bir ilişkiyi nasıl sürdürebilir, artık sevmediğini bildiği bir kocaya nasıl katlanabilirdi ki? O da haftalarca bu evliliğin imkânsızlığını anlatmış, kocasını ikna etmeye çalışmıştı. Ve sonunda ikna edip de kendisinden boşanma bildirisini aldığında bu işin hem ne kadar kolay olabildiğine şaşırmış hem de için için öfke duymuştu. Ama, sadece öfke de denmezdi buna, aynı zamanda yenilgi hissiydi. Bir kadının hayatıyla ilgili kararların, en önemlisinden en önemsizine kocanın iki dudağı arasında olması…
Daha fazla düşünmek istemedi, sıkıntıyla iç çekti, arkasında dalgınca önüne bakan ablasına göz attı, döndü, bakışları trenin açık penceresinden dışarıya, perona kaydı. Aynı anda umulmadık bir hafifleme hissetti. Açık pencereden duyulan garın uğultusu ve uğultuyu bastıran tiz bir ses. Gözleriyle garda etekleri, pantolonları, bereleri, şapkaları, geçip giden gövdeleri taradı hızlıca ve nihayet sesin sahibini buldu. Gazete satıcısı bir oğlandı bu “Vossische Zeitung” diyerek bağırıyordu.
Trenden indiler. Refike elinde Münih’te aktarma yaparlarken kendilerine verilmiş bagaj biletleri “Bavulları almalıyız, Suat!” dedi. Ama Suat’ın kulağı gazete satıcısı oğlanın “Yazıyor yazıyor” dediğini sandığı taraftaydı. Refike iki hamala el ederken o satıcıya yönelmişti.
Oğlan birazdan neredeyse altında kaybolduğu koca bir deste gazeteyle önünde dikildiğinde şaşırdı Suat. O an çocuğa nasıl hitap edeceğini bilemediği gibi ağzından tek kelime Almanca çıkamayacağını da anladı. Ama karşısındaki tam bir tüccardı, bakışları canlı, uyanıktı. Denizci beresinin gölgelediği çilli yüzünde adeta büyümeden olgunlaşmış erkeğin ifadesi vardı. Karşısındaki ufak tefek, yeşil gözlü kadına daha selam vermeden elindeki gazeteyi bej eldivenli parmakların arasına tutuşturmuştu bile.
“Fünzehn Pfennig, Gnädige Frau!”
El bagajını yere indirdi, kolundaki çantadan bulduğu demir parayı oğlanın avucuna bırakıp üstünü beklemeden gazeteyi açtı hemen, öyle ki oğlanın teşekkür edişini bile fark etmedi. Gözleri başlıkları tararken aklı hızla okuduklarını çeviriyordu. Dünya İktisat Konferansı Cenevre’de Başladı…. Cenevre’ye Moskova da davetli… Londra’dan Çin’e Onay… Makineleşmeye karşı mücadele şart…. Tauentzien Caddesi’nin hırsızı yakalandı… Doktor Oetker’den puding tozu…
Yedinci sayfaya geldiğinde durdu. “İstanbul’dan Mektup” başlığını taşıyan sayfada siyah beyaz fotoğraf çarptı gözüne ilk olarak. Kendi fotoğrafı. Üç yıl önce Beyoğlu’nda Studio Kirkor’da çekilmiş olan bu resimde nasıl da gençti. Üstelik fotoğrafı ilk kez eline aldığında kendini hiç beğenmediği halde, şimdi yüzü güzel geldi gözüne.
Dr. Wilhelm Feldmann imzasını ve başlığı okudu.
“Almanya’da da tanınan yazar Suat Derwiş’e Tanrı’ya hakaret ettiği gerekçesiyle dava açıldı…”
Gazeteyi katlayıp koltuğunun altına sıkıştırdı. Başını kaldırıp etrafına bakınırken iki kişinin bakışlarıyla karşılaştı, ‘Acaba tanıdılar mı beni?’ diye sordu kendi kendine. ‘Aman, abarttım mı ne? Şu küçücük siyah beyaz resimdeki kızla bu bilekleri şiş, yol yorgunu kadını yan yana getirip karşılaştırsalar, mümkün değil, benzetemezlerdi.’

Birazdan Refike’yle yan yana, bagajlarını sırtlamış olan iki hamalın arkasında merdivenlerden inerken içi içine sığmıyordu. Ablasına İstanbul’daki gazeteci ahbabı Feldmann’ın sözünü tuttuğunu, hakkında yazacağını söylediği haberi tam da bugün yayınlattığını anlattı hızlıca. Refike yorgun görünüyordu, garın uğultusunda söylediklerini duyup duymadığından emin bile değildi. Ama önemsemedi. Ferahlamıştı. Beklentisizdi. İnsanları izliyor, en çok kadınlar dikkatini çekiyordu. Elbiseleri değişmişti kadınların, etek boyları kısalmıştı, çilek sepeti modeli şapkalarının altındaki saçları kısacıktı. Erkekler gibi koşuyorlardı onlar da, ellerinde iş çantaları, bir yerlere, belli ki işe yetişmeye çalışıyorlardı. İki yıl öncesiyle karşılaştırdığında dilenciler, savaş gazisi sakatlar da azalmıştı sanki. Ama onun yerine izci kıyafetlerini andıran gri üniformalı gençler peyda olmuştu. Kollarında gamalı haç işareti olan kırmızı şeritler vardı.
Suat insanları izlerken aslında zafer kutluyor gibiydi: daha biraz önce yenilgi hissine kapılan o değilmiş gibi gözleri ışıl ışıl gülümsüyor, koltuğunun altındaki gazeteyi tutuyordu güvenle.

Ne de olsa on sekiz yaşından beri, neredeyse otuz yıldır insanlara hep acıyan, hep en yaralı tarafıyla dokunuyordu Azime. Ama yine de ondaki bu doğallık, profesyonel bir alışkanlığın da ötesinde, içten bir acımayla ilgiliydi sanki. Belki de yıllarca süren bir din, bir inanç arayışı –hatta bu bile değil, bir kimlik arayışı– sonucunda bir şeyde karar kılmıştı: İyi olmak. İyi olmayı düstur edinmek. Kötülükten korunabilmek için iyi olmak. Sevilmek için iyi olmak. Huzurlu olmak için iyi olmak. Derviş’in burada bir ev kurma ve badem yetiştirme hayallerine de bu yüzden eşlik etmişti. Sadece eşlik etmekle kalmamış, emeklilik maaşını hak eder etmez, yeni okul döneminde işe başlamak üzere buraya en az yetmiş kilometre uzaklıktaki bir hemşirelik okuluyla anlaşmıştı. Yüksek Hemşire Azime bundan böyle hemşire adaylarına haftada üç gün ders verecek, onlara sadece iyi birer hemşire olmayı değil, iyi birer insan olmayı da öğretecekti. Halbuki yıllar önceki arayışları sırasında nasıl da aniden hırçınlaşır, içine kapanıp her şeyden uzaklaşırdı Azime. Evlendikten birkaç yıl sonra Tanrı’dan, İsa’dan, İncil’den söz eder olmuştu. Derviş sonradan öğrenecekti ki, karısının İstanbul’da yaşayan ablası vaftiz olmuş bir Protestan’dı. Sık sık İstanbul’a ablasının yanına gider olmuştu, arada bir Derviş’i de almıştı yanına. Kadıköy’deki bu ablanın ziyaretine gittikleri bir pazar gününü hatırlar Derviş zaman zaman. Karısı şık, siyah bir elbise giyip ablasıyla beraber kilisenin yolunu tuttuğunda, arkasından bakakalmıştı. Tuhaf bir yabancılıktı bu, Azime dünya değiştiriyordu ve Derviş ihanete uğramış, terk edilmiş gibiydi. Oysa karısının hem baba tarafının hem de anneannesinin Ermeni olduğunu önceden beri köydeki herkes gibi o da bilirdi. Bilirlerdi ama fiiliyatta sanki hiç olmayan, bir inancı, bir seçimi barındırmayan, sülaleden devralınmış bir lakap gibiydi bu. Azime öteden beri pazar günleri mum yakardı, bahar aylarında çörekler pişirir, komşulara dağıtırdı ama Derviş bunu bir inancın eyleme dökülmüş alışkanlığına değil, karısının hayatı detaylandırmayı seven, hatta özentili kişiliğine bağlardı. Sonra gün geldi, kucağında bebek İsa’yı taşıyan bir Meryem Ana figürü boy göstermeye başladı mumların arkasında, kesesiyle birlikte bir İncil asıldı duvara. Derviş bir süre oyuna heves etmiş bir çocuğun oyuncaklarına bakar gibi bu nesnelere baktı, “Amma abarttın!” deyip eleştirmeye kalkıştı karısını, sonuç alamayınca bir süre yabancılaşıp uzaklaştı, ses çıkarmadan onu bu ritüelleriyle baş başa bıraktı. Derken bir zaman sonra kendisi yaklaştı karısının bu dünyasına. O güne kadar Hıristiyanlıkla ilgili kulaktan dolma bildiği şeyler yavaş yavaş netleşiyordu. Protestanları Katoliklerden, onları Ortodokslardan ayırmayı öğreniyor, kitaplarda gördüğü büyüleyici ikonaların hikâyelerini, İsa’nın çarmıha gerilişini, teslisi ve bunların tarihlenmelerini merak ediyordu. Öyle ki yirmi metrekarelik bir yatak odasındaki mumlardan, bir Meryem Ana figüründen ve duvardan hiç inmeyen bir İncil’den yola çıkan Derviş, İstanbul’un Bizans’ına, Ortaçağ’a, oradan Rönesans’a, Kadıköy’deki bir kiliseden çıkıp Roma’ya, oradan da Köln Katedrali’ne kadar gitmişti. Ama Azime ablasından ve ayda yılda bir İstanbul’da gittiği kilisede öğrendiği duası ve bir köşedeki mumlarıyla baş başaydı, ne Derviş’in öğrendikleri ne de tartıştıklarıyla ilgileniyordu. Bu bilgi bombardımanı onun küçük dünyasını fazlaca genişletiyor, dağıtıyor, parçalıyordu. Ama sonradan Derviş’in kendi kendine itiraf etmesi gerekmişti ki aralarındaki bu kopuşun bambaşka bir nedeni daha vardı: O çok istedikleri çocuğun bir türlü gelmemesi Azime’yi bir inanca, duaya; Derviş’i ise o duanın tarihine ve bilgisine götürüyor; bu, ikisini yakınlaştıracağına birbirlerinden uzaklaştırıyordu. Üstelik Azime bir gece yarısı Derviş’i tatlı uykusundan uyandırmış, bu uzaklaşmanın tam çerçevesini de çizmişti: Vaftiz olacaktı. Kesin bir ses tonuyla, resmi bir metin okur gibi söylemişti bunu. Nasıl da kızgındı. Vaftiz olacağını söylerken sanki, “Ayrılalım,” der gibiydi. Sanki, “Yeter, bir çocuk bile veremiyorsun bana,” demişti. Neye, kime kızabilirdi ki Derviş? Karısına mı, kendi yetersizliğine mi? Eskiden gebe kalamadığı için tek suçlu kadın ve onun döl tutmayan eksik kadınlığıyken çoktandır erkeği de zan altında bırakıp suçlu ilan etmiş olan bilime mi? Çünkü Derviş’in spermaları azdı, kısa mesafeliydi, yumurtalara ulaşamıyordu. Bir seks filminin önünde otuz bir çekip bu zavallı spermalarını bir cam kaba boşaltması, doktorun da bunları alıp karısının yumurtalarına kavuşturması gerekiyordu. Derviş o dönemlerde arıların ve doğanın dilinden birazcık anlasa, o doktoru belki de çiçeklerin arasında dolaşıp erkekten aldığını dişiye veren aşk tellalı işçi arılara benzetip biraz rahatlar, hatta eğlenirdi. Ama heyhat, utanç içindeydi. Bu yüzden bu utancı erteledikçe erteliyor, mucizenin kendiliğinden gerçekleşmesini diliyordu. Ama nasıl olmuşsa olmuş, bir aşk aracına gerek kalmadan o mucize de kendiliğinden gerçekleşmişti. Gece yarısı gelen vaftiz olacağım direktifinden iki hafta sonra Azime hamile olduğunu ilan etmişti. Sonunda oğulları dünyaya geldiğinde ikisi de unutmuştu o geceyi. Zaten çoktandır ne inançlardan söz ettiği ne de boynunda kıyafetlerinin altında gizleyerek taşıdığı haçlı kolyesi vardı karısının. Din, sanki birkaç yıl süren bir büyü gibi kendisine hükmetmiş, tavsayan bir aşk gibi sihrini yitirmişti. Ya da Azime Tanrı’sıyla gizlice uzlaşmış, duasını insanlara dokunarak yerine getiriyordu.

 


360