Burcu Argat: »ZAMAN DURDUKÇA«
BÖLÜM 3: Leyla anlatıyor
Kupa arabasının basamağına ayağımı koyduğumda bu yolculuğun, hayatımı akması gereken rotaya sokacağından neredeyse emindim. Son bir kez dönüp arkama bakmadım. Cesaretimin kırılmasından, vaz geçmekten, yakalanmaktan korktum. Kara çarşaflar içinde Müslüman kadınlar olarak bindiğimiz o arabadan, Avrupalı kıyafetler içinde özgür kadınlar olarak inecektik. En azından indiğimizde zaten hep özgürmüşüz gibi davranabilmemiz ve bu özgürlüğün üzerimizde eğreti durmaması, birkaç gün sonra gerçekten özgür kalacağımız o güzel günlerin teminatı için büyük önem taşımaktaydı. Hal ve tavırlarımızda acemiliğe yer yoktu.
Sanki oniki yaşından beri çarşafla hareket edebilmenin maharetini içselleştirmiş kadınlar olarak değil de ezelden beridir modern ve bağımsız kadınlar olarak hayatın içinde var olmakta deneyim kazanmış Batılılar gibi görünüşümüze önce kendimiz inanmalıydık.
Kaldırım taşlarının üzerinde hoplayan arabanın içinde çarşaflarımızı kabuk değiştirir gibi başımızdan sıyırıp atarken, korku ve endişenin verdiği bir sinir bozukluğuyla kıkırdaşıp duruyorduk. Oysa içimizde, derinlerde bir yerde bilinmezliğin ağır ve serin sıkıntısı vardı.
Nihayet çarşafımdan tamamen kurtulup camdan dışarıya bakmaya fırsat bulduğumda sokaklarda artık sadece kırmızı fesli erkek kafalarının dolaştığını, hiçbir koyu feraceli gölgenin uçuşmadığını ürpererek izledim. Vakit, kadınlar için evde olma vaktiydi. Sokaklarda tek tük de olsa rastlanılan kadınlar ise yalnızca gayrimüslümlerdi. Benim de o dakikalarda, evin kalfasına sofrayı kurması için son talimatları verirken bir yandan da arabası köşke yaklaşmakta olan kocamı karşılamak üzere selamlık kapısının önünde hazırda beklemem gerekiyordu. Oysa ben bu kupa arabasının içinde, avucumda en yakın arkadaşımın terli eli, Paris’e doğru yola çıkmıştım.
Ilık fakat yağmurlu bir kış akşamında kayganlaşan Arnavut kaldırımları üzerinde, telaşlı ve kalabalık Pera sokaklarında molalarla ilerleyebilen arabanın gecikmesi bizim de planlarımızla birlikte mahvolmamız demekti. O akşam Topçu Kışlası’ndan Sirkeci Garı’na yolcu taşıyan atlı arabanın içinde, özgürlük hayalleriyle Paris’e kaçmakta olan iki Türk kadını ve suç ortakları bir Fransız erkeğin olduğunu kaç kişi tahmin edebilirdi ki?
Galata Köprüsü üzerine geldiğimizde, az önceki kıkırdaşmalar yerini gergin bir suskunluğa bırakmıştı. Renkli ve cerbezeli Pera ardımızda kalmış, çamurlara bulanmış yollarında sarıklı fukaraların hamallık yaptığı ve dilendiği, hüzünlü Eminönü bütün karmaşasıyla bizim ruhumuzu da sarmalayıp heyecanımızı donuk, taş gibi bir kasvete çevirmişti. Bu karanlık duyguya artık teslim olmak istemiyor, hür ve mutlu olacağım günlere kavuşmak için sabırsızlanıyordum.
Henüz ondört yaşındayken benden otuzsekiz yaş büyük Reşat Paşa’nın haremine üçüncü karısı olarak girdiğim günden beri bu kasveti, omuzlarımda yeterince taşımıştım, aklımdan hiç çıkmayan bir kaçma isteğiyle beraber. Kaçmaya kesin olarak karar verdiğimde daha birkaç aylık evliydim. Kabataş Rıhtımı’nda sandaldan inip de arabaya doğru yürüdüğümüz o akşam kafama koymuştum. Rıhtımın taşları yosunluydu. Tökezlememek, daha fenası kayıp denize düşmemek için peçemi hafifçe kaldırmıştım. Kocam birkaç adım ötemde yürümekteydi. Kalfamız ve haremağası arkamızdan gelmektelerdi. Yalıya girip de selamlık kapısına vardığımızda Reşat Paşa’nın küt parmakları sol yanağımda bir kırbaç gibi patladı. Bu hareketi hiç beklemediğimden dengemi kaybedip kalfanın ayaklarının dibine savruldum. Haremin kapısından, Paşa’nın diğer iki karısı ve üç odalığı olan biteni keyifle izlemekteydiler.
“Sakın bir daha sokakta yüzünü açmayasın. Ben baban gibi mezhebi geniş bir adam değilim. Bundan böyle benim haremimde, benim kurallarıma göre yaşayacaksın. Eğer emirlerime karşı gelecek olursan bedelini ödersin.”
Çınlayan kulaklarımın ve kararan gözlerimin ayırdına varabildiği tek düşünce o anda oradan çıkıp gitmek isteğiydi. Fakat yapmamıştım. Aptallığın lüzumu yoktu. Yüreğimden sökülen isyanımı, sabretmenin sakinleştirici etkisiyle zaman içerisinde büyük bir ümide dönüştürdüm. Hürriyete dair bir ümit. İzmir’e, babaannemin evine de değil, çok daha uzaklara, payitahtın dışında, Reşat Paşa’nın bile elinin uzanamayacağı bir memlekete kaçmak.
Halbu ki; ben diğer kız kardeşlerimle beraber, hiçbir zaman kaçıp saklanmak gereği duymayacağımız bir hayatı sürmek üzere yetiştirilmiştik. Hayallerin, her zaman gerçeklere üstün gelmeyebileceğini erken yaşta babamı kaybettiğimde idrak etmiştim. Rahmetli babam Ismail Hakkı Paşa, padişahın huzurundan ayrılıp da Moda’daki köşkümüzün cümle kapısına vardığında ömrü, içeri girip de bizlere son bir veda etmeye yetmemiş, sahanlığın orada yere yığılıvermişti. Henüz onbir yaşındaydım, fakat babamın aşırı liberal fikirlerinden ötürü bizzat padişah tarafından zehirletilmiş olma ihtimali aklıma mıh gibi çakılmıştı. Babamın vefatından sonra dara düşen annemiz, ablamı derhal evlendirmiş, ağabeyimi okuldan alarak banka memuriyetine sokmuştu. Böylece hem kendisinin hem de çocuklarının geleceğini garantilemeye çalışıyordu.
Şımarık çocukluğumun akmayan zamanı, babamın vefatından sonra ipini kaçırdığım bir uçurtma olmuş, bütün şeker pembesi hayallerimle birlikte avcumdan kayıp gitmişti. Hızlı büyümek zorunda kalmıştım. Beni artık kara çarşaf, ev işleri, bitmek bilmez kaygılı geceler, köşkün bakımsızlıktan çalılar sarmış bahçesinde alacaklılardan saklamaya çalıştığımız baba yadigarı son mobilyaların nöbetleri beklemekteydi. Belki de görevlerim arasında, görev saymadan yapmayı sevdiğim tek iş bu eşyalar arasında envanter çıkarma işiydi. El ayak çekildikten sonra eşyaların bulunduğu köşk müştemilatına annemle gizlice girer, örtüler ve samanlar altında gizlediğimiz, para edebilecek birkaç parça eşyadan satmak üzere hangisine sıra geldiğine karar vermeye çalışırdık. Annem hiçbir eşyasına kıyamadığından çaresizlik içinde ne yapacağını düşünürken, ben o eşyaların arasında kısa süreliğine zamanı geriye alır, çocukluğumun hatıralarına sarılırdım.
Aradan üç yıl geçmemişti ki, satılma sırası bana gelmişti. Hariciyede uzun yıllar görev yapmış Paşa Babam bizleri, Batılı zihniyetle eğitmiş, Fransız dadılardan Fransızca öğrenmemizi sağlamış, bununla birlikte günlük konularda sohbet edebilecek kadar Almanca ve Kuran okuyabilecek kadar Arapça öğrenmemiz gerekliliğini de ihmal etmemişti. Kız çocuğu olduğumuz için ablam Safiye ve küçük kardeşim Nigâr ile ben, okula gidemiyor ve fakat evde belki de Avrupa standartlarında eğitim alıyorduk. Böylece ünlü Fransız ve Alman edebiyatçıları ve filozofları kendi dillerinden okumak imkânımız oluyordu. Bu şartlarda yetişmiş kızlar olarak, herhangi bir erkeğin hareminde ömür çürütecek esirler olmak ihtimalinden çok uzakta, güvende olduğumuzu zannediyorduk. Hayat, en başta babamı sonra da bizleri yanılttı ve ben henüz ondört yaşımda, kendimden otuzsekiz yaş büyük Reşat Paşa’nın haremine üçüncü karısı olarak girmek zorunda kaldım.
İşte artık, içinde Sirkeci Garı’na doğru yol aldığım kupa arabası beni Reşat Paşa’nın tehditlerinde saklı olan ve benim ödemek üzere olduğum bedellere doğru hızlıca götürmekteydi. Orient Express, muhakkak ki; daha evvelinde de vagonlarında kaçaklar taşımıştı. O akşam onlara, harem kaçkını iki Müslüman kadın daha eklenmiş olacaktı.
O kaçıştan ya da özgürlüğe koşuştan aşağı yukarı yirmi sene sonra, yine bir tren yolculuğunda bu kez avucumda henüz birkaç hafta önce tanımış olduğum bir kız çocuğunun ateşler içinde yanan başı var. Üstelik kaçtığım yere, İstanbul’a geri dönüyorum.
İçinde yolculuk ettiğim, daha doğrusu binmek zorunda kaldığım bu vagon, etrafımdaki gürültücü Türk talebeleriyle birlikte beni İstanbul’a götürmekte. Kaçarak sadece kendimi değil, annemi ve kardeşlerimi de tehlikeye attığım o harem artık yok. Saltanat devrileli ve cumhuriyet kurulalı neredeyse yirmi yıl olacak. Artık kadınlar İstanbul’un sokaklarında başları açık dolaşabiliyorlar. Peki benim bir atlı arabanın içinde akşamın karanlığında kayarcasına sürüklendiğim o sokaklarda şimdi artık bana da yer var mı, bilemiyorum. Ya arkamda bir alev topu olarak bıraktığım Berlin’e bir daha dönebilmek? Matthias’ı bir kez daha sarabilmek? Mümkün olacak mı?
Sirkeci Garı’nın pembe binasından dumanlar savurarak kalkan o trenin içinde fikirler de hayaller de rotalar da çok çabuk değişivermişti. Kendimi en nihayet ait hissedeceğim bir yaşam arayışında yolum Berlin’e çıkmıştı. Budapeşte’de beklemek zorunda kaldığımız o iki gün içerisinde değişen fikirlerim bana yirmi yıllık bir Berlin tecrübesi hediye edecekti. Yola beraber çıktığım arkadaşım Nazende’ye ve Fransız nişanlısına veda edip Berlin trenine binmiştim. Hayalini kurduğum hürriyeti Berlin’de bulacağıma iki gün içinde ikna oluvermiştim.
Berlin… Soğuk, gri, kirli, aç, yine de kabuğunu kaldırınca içinde kaynayan canlılığı görebileceğiniz bir yara. Avrupa’nın yarası… Eğlencenin ve modern yaşam tarzının, savaşın travmalarıyla karışıp da koyu bir irin olup o kalın kabuğun kenarından ılık ılık sızdığı doku. Daha mevcut yarayı kurutmadan yeni yaralar açmaya dört nala koşan, hırçın bir kısrak. Berlin… parlak, ateşli, asi, hiçbir ucundan yakalayamadığın, yakalasan durduramadığın, ona tutunduğun sürece sonunu göremediğin, bir tuhaf serüven. Tek başıma geldiğim bu şehirde tahayyül ettiğim o hayatı yaşamış, ısrarla kaçtığım aşka teslim olmuş, doğurmadığım bir insana sahte bir pasaportla bir gecede anne oluvermiştim.
Maria’nın küçük yüzü acıyla gerildi. Çantamın açık ağzından ikimiz için düzenlettirdiğim pasaportların ucu görünüyor. Birazdan kontrol olacak. Maria’nın ateşlenmesi belki de şans… Bizi gece vakti evden alan Gestapo, pasaportundan şüphelendiyse de bu hasta kızcağızın Türk olup olmadığını sorgulayacak kadar onun kendine gelmesini bekleme zahmetine katlanmadı. Tabii Matthias’ın kontrol sırasında hediye ettiği Goudoline Armagnac ‘ın da etkisinin olduğu da muhakkak. Ancak istasyondaki askerler de ikram edilecek konyak olmadan aynı sabırsızlıkla bizi fazla sorgulamadan bırakıverirler mi? Sınır dışı edilen Türkler olarak, birbirimizin sırlarını örtme şansımız olur mu? Bu kargaşada göze batmadan kaybolur gider miyiz?
Alelacele bindirildiğimiz askeri aracın kasasında Friedrichstrasse tren istasyonuna getirildik. Bunu bekliyorduk zaten. Berlin’den kalkacak bir tren Avrupa’nın büyük şehirlerinde durarak Türk vatandaşlarını toplayacak ve İstanbul’a getirecekti. Evimde sakladığım, kimsesiz bir Yahudi kızla birlikte bizim olmayan bu savaştan kurtulabilmemiz o trenin içinde yola çıkabilmemize bağlı. Özgürlük hayalleriyle geldiğim Avrupa’dan şimdi de savaş yüzünden kaçıyordum.
Elimi kaygıyla boynuma koydum. Matthias’ın bana hediye ettiği saatli madalyonun zincirinin güven veren varlığı, ucunda sallanan saatin hep aynı anı gösteren kadranı ve içinde sevgilimin güzel yüzü. Koynumun içinden çekip çıkarıyorum saati. O yüze bakmaya ihtiyacım var. Bana güç ve cesaret veren o güçlü ve düzgün çehreyi görerek, korkudan uğuldayan kulaklarımın sesini bastırabilmem lazım.
Burcu Argat ist Schriftstellerin, Kuratorin und Kulturmanagerin. Sie wurde in der Türkei geboren, hat Jura studiert. Neben ihrer Tätigkeit als Rechtsanwältin hat sie in der Türkei gleichzeitig als freie Autorin gearbeitet. Seit 2016 lebt und arbeitet sie in Berlin. In 2021 schloß sie ihre Weiterbildung für Kulturmanagement in Deutsche Akademie für Management ab. für ihren Romanentwurf »Solange die Zeit stehenbleibt« das Arbeitsstipendium der Berliner Senatsverwaltung für Kultur und Europa für Literatur in nichtdeutscher Sprache. Sie entwickelt und leitet auch Kulturprojekte und kuratiert Ausstellungen. »Ich bin aus Mitte« (Mitte Museum), »30 kg« (Humboldt Forum), »Die ewige Migrantin« und »Berlin in der türkischen Literatur« sind einige ihrer Projekte.